Mutluluk, en çok aranan meta haline geldi. Yaptıklarımızı, yediklerimizi, içtiklerimizi, paylaştıklarımızı hep mutlu olmak adına yapar olduk. İster istemez de mutluluktan uzak düştüğümüzde “mutluluğu nasıl bulurum?” sorusu zihnimizi kurcalar oldu. Soru bu olunca, yaşama bakışımız da bu sorunun cevaplarıyla sınırlanır oldu. Eğer ben bir odada kaç tane sandalyenin olduğunu sorarsam, odanın diğer tüm özelliklerini kaçırma ihtimalim yükselir.
Ya soru yanlışsa?
Aslında sorduğumuz sorular, bulabileceğimiz cevapları belirler. En azından nelerin cevap olamayacağını çok net ortaya koyar. Tam da bu sebepten ötürü doğru soruları sormak, dolu dolu yaşamanın anahtarıdır.
Tek amaç mutluluk mu?
Gelelim mutluluk meselesine. Gerçekten amaç, tek ve en nihai amaç sadece mutlu olmak mı?
Felsefe, her ne kadar bazen ulaşılması zor bir kaynak olsa da, yaşamak konusunda iyi bir rehber olabilir. Felsefenin rehberliğini bu konuda kullanacak olursak, aslında mutluluğu amaç olarak koyarak büyük bir hata yaptığımız ortaya çıkar.
Mutluluk sadece bir sonuçtur
Aslında yazının başlığı, mutluluğa dair çok temel bir çelişkiyi gözler önüne sermektedir. Evet, mutlu olmayı istemekten daha doğal bir şey olamaz. Ama öteki yandan da hayır, mutlu olmanın yolları yok. Mutluluk, tıpkı diğer tüm duygular gibi bir sonuçtur. Hayatımızı nasıl yaşadığımıza dair yaptığımız seçimlerin sonucu.
Duyguları iyice anlamak
Mutluluk meselesini iyice ele almak için insan olmanın nasıl bir şey olduğuna dair iki temel konuyu netleştirmemiz gerekir.
Birincisi, mutluluk dahil hiçbir duygu hedeflenerek elde edilemez, elde edilmemeli. Kendimizi mutlu olmaya zorlayamayacağımız gibi, öfkeli olmaya veya utanmaya da zorlayamayız. Duygular, dünya ile olan ilişkimizin dilidir. Verdiğimiz kararlar sonucunda kendimize kurduğumuz dünyanın bize nasıl geldiğini, dünyada bulunduğumuz yerin nasıl bir yer olduğunu bize anlatırlar. Kısacası her bir duygunun bize vermek istediği bir mesaj vardır. Duyguları değiştirmeye çalışmak, bu mesajları duymamazlığa gelmek ve hatta değiştirmeye çalışmak demektir. Duygular sadece olduğumuz yere dair bir sinyaldir. Yavaş çıkan bir asansörde çok sıkıldığınızda kaçıncı katta olduğunuzu gösteren ekranı değiştirmek istemezsiniz. Veya trafikte takıldığınızda GPS’inizin gösterdiği konumu. Aslında Bostancı’ya varmayı düşünmüş olabilirsiniz o sırada, ama hala köprüdeyseniz, GPS konumunuz sadece olduğunuz yeri gösterir. Peki neden duygularımıza da aynı saygıyı gösteremiyoruz?
İkinci anlaşılmayı bekleyen konu ise ünlü varoluşçu filozof Martin Heidegger’in “azim ve akış” ikilemidir. Heidegger’e göre hayatta karşılaştığımız olgular ile ilgili ya azim edebiliriz, ya da bunları akışına bırakabiliriz. Azim etmemiz gerekenler genellikle değiştirme şansımızın olduğu, bir fark yaratabileceğimize inandığımız olgulardır. Eğer bu yazıyı belli bir zaman çerçevesinde bitirmek istiyorsam, bu konuda azim göstermem gerekir. Yeni bir iş arıyorsam da başvuru sürecinin gerektirdiklerini yapmam.
Bunlara karşın bir de ne yaparsak yapalım değişmeyecek olanlar vardır. O çok istediğim yeni işe başvurdum diyelim. Elimden geleni de yaptım. Tüm belgelerimi vaktinde gönderdim, görüşmelere gittim, kendimi olduğunca iyi ifade ettim ve beklemekten başka yapabileceğim bir şey kalmadı. Tam da bu noktada akışa bırakabilmenin önemi devreye girer. Bizim kontrolümüz dışında olan, zamanın veya şartların olgunlaşmasını gerektiren durumlarda gerçekten arkamıza yaslanıp beklemekten veya durumu olduğu gibi kabul edip onun getirdikleriyle kalmaktan başka şansımız yoktur.
Ama bazen bu ikisini birbirine karıştırabiliriz.Azmetmemiz gereken yerde akışına bırakabiliriz veya tam aksine akışına bırakmamız gereken şeyler için azmedebiliriz.
Bu açıdan baktığımızda duygular dünyası ve bununla beraber mutluluk tam olarak akışa bırakmamız gerekenler kategorisindedirler. Duygular, kendimize yarattığımız dünyanın bizdeki deneyimleridir.
Asıl azmetmemiz gereken: Dolu dolu, canlı hissettiğimiz, doyurucu bir hayat
“Mutlu olmanın yolları nedir?” sorusu baştan yanlış sorulmuş bir sorudur. Ancak bununla beraber insanlar hayatlarına nelerin rehberlik edeceğini bulmak için sorular sormaya ihtiyaç duyar. Bu sorunun yanlış olması, hayatımıza dair sorular sormayı bırakmamız anlamına gelmez.
Bu durumda mutluluk asıl hedeflenecek olan değilse, nasıl bir soru sormalı?
Antik felsefeden, modern psikolojiye aslında birçok kuram ortak bir yere işaret etmektedir: Kendini tanımak ve canlılık.
O zaman soruyu şu şekilde sorabiliriz: Dolu dolu, canlı hissettiğim, doyduğum bir hayat yaşamak için neye ihtiyacım var? Bu soru beraberinde katman katman kişinin kendini daha yakından tanımasını getirecektir. Ancak işimiz burada bitmiyor.
Hayata karışmak
Dolu dolu, canlı hissettiğimiz bir hayat için her şeyden önce hayata karışmamız gerekir. Dışarıda olmamız, ilişkiler kurmamız, yeni fikirlerle karşılaşmamız, yeni yerlere gitmemiz, bize iyi gelen deneyimleri tekrarlamamız gerekir.
Günümüzde düşünmeyi ve iyi gözlemi çok önlere koyduk. Ancak diğer bir ünlü varoluşçu filozof olan Soren Kierkegaard’ın söylediği gibi, “hayat geriye doğru anlamlandırılabilir, ancak ileri doğru yaşanmalıdır”.
“Hayatta ne yapmak istediğimi bilmiyorum!” “Ne yapacağımı bilmiyorum!” “Çok sıkıldım!” “Düşünüyorum düşünüyorum bir çıkış yolu bulamıyorum!” – Bu tip cümleleri kendimize ve diğerlerine genellikle çok düşünüp, az eyleme geçtiğimizde söyleriz. Hayatta bir sorunla karşılaşınca tüm gücümüzü onu çözmek için kullandığımızda hayatımız bir anda fakirleşir. Veya yönümüzü kaybettiğimizde tekrar düşünerek bir yön bulmaya çalışırız. Oysa ki yapmamız gereken kalkıp tekrar hayata karışmaktır.
Otantik olmak
Otantiklik kavramını belki de en iyi kelimenin köküne, oto kelimesine dönerek açıklayabiliriz. Yunanca olan oto kelimesi aslında bir kendi kendinelik belirtir. Tıpkı otomobil, otomatik kelimelerinde olduğu gibi. En direkt tanımı ile otantiklik, hayatımıza dair her şeyi kendimize ait kılmak, bize dair olduğunu kabul etmek demektir.
Yaptığımız seçimlerden başımıza gelenlere, yaşanması en zor duygulardan en nahoş düşüncelere kendi hayatımızda olan her şey, ama her şey bize dairdir, bize aittir, bizdir. Kendimizi içten sahiplenmeden canlılığımızı bulamayız.
Ancak buna karşın, özellikle zorluk yaşadığımız deneyimleri reddetmeye, onlara sadece dışarının meselesiymiş gibi bakmaya meyilliyizdir. Bu arada gerçekten de hayatımızı belirleyen koşullar başta dışarıdan gelmiş gibi görünebilirler. Ama bir kere hayatımızın koşulları haline geldikten sonra bizlerin kişisel meseleleridir.
Hayatınızın çokça toplumsal kurallarca, yaşadığınız ülkece, içine doğduğunuz ve içinde büyüdüğünüz ortamca belirlendiğini hissedebilirsiniz ve bunda bir doğruluk payı var. Ama bütün bu koşullarla biz ne yapıyoruz? Ne yapabiliriz?
Bu yazıyı İngilizce yazıyor olsaydım otantiklik kelimesi ile aynı kökten gelen author, yani yazar kelimesinden bahsediyor olurdum. Otantik bir şekilde yaşamak, koşullarımızı üstlenip, kendi hayatımızın yazarı olmaktan geçer.
Özgürlük, seçim ve sorumluluk
Bu noktada özgürlük, seçim ve sorumluluk devreye girer. Ünlü varoluşçu psikiyatrist Viktor Frankl, insanın en zorlu ve en sınırları belirlenmiş koşullar altında bile her daim özgür olduğunu iddia etmiştir. Kendisi 2. Dünya Savaşı sırasında 3 sene toplama kamplarında kalmış biri olarak, özgürlüğün son kalesinin karşılaştıklarımıza dairbenimseyeceğimiz tavır olduğunu öne sürmüştür.
Özgürlük alanımızı sürekli olarak keşfetmemiz, hayatımızı doyurucu kılmanın ön koşuludur. Özgürlüklerimizi keşfettikçe bilinçli seçimler yapmak ve yaptığımız seçimlerin sorumluluğunu almak hayatı daha canlı yaşamanın en temel koşullarındandır.
Bunu yapmaktan sıkça kaçınabiliriz, çünkü başlı başına aslında ne kadar özgür olduğumuzu görmek, seçimlerimizi bizim yapmak zorunda olduğumuz gerçeğiyle karşılaşmak ve irili ufaklı yaptığımız her seçimle, hayatımızın sonuna kadar yaşayacağımızla yüzleşmek ister istemez kaygı vericidir. Ancak bu kaygı tam da kendimizi canlı hissetmenin deneyimidir.
Anlam
Hayatta anlam bulduğumuz yerlerde kendimizi var etmekte fayda vardır. Anlam başlı başına tanımlanması çok zor olan, ancak birçok kişinin de aslında adını koymadan spontane bir şekilde yaşadığı bir deneyimdir.
“Buradan başka bir yerde olmak istemezdim şu an”, “şu an doğru işi yapıyorum”, “iyi ki buradayım” dediğimiz ve kendimizi tam olarak olduğumuz ortama ait hissederek canlı hissettiğimiz anlar, anlam bulduğumuz anlardır.
Viktor Frankl’a göre dürtü bizi iter – adı üzerinde, dürtü – ama anlam bizi çeker. O çekilme hissini takip etmemiz gerekir.
Sürekli mutlu olmak mı? Yok canım daha neler!
Sürekli mutlu olmanın yollarını aramak, hayatı çözülmesi gereken bir sorun haline getirir. Benzer bir şekilde, sürekli olarak doygunluğu ve canlılığı aramak da. Belki de yapmamız gereken tek şey doğru soruları sormak, yaşamak ve hayatın getirdiklerini deneyimleyip anlamlandırmaktır.
Soren Kierkegaard’ın dediği gibi “hayat çözülmesi gereken bir sorun değil, yaşanması gereken bir gerçekliktir”.